Bu yazılar Huzur Kapısı.de'den alınmıştır.
Abdestsiz Nöbet Tutmam
Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta:
- Kimdir o?
- Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama onlar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah:
- Kimdir o?
- Kim var orda?..
Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır:
- Kimdir o?
- Kimdir var orda?..
Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor?
Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile yüzü yerde beklemektedir.
Padişah sorar:
- Sen kaç saattir nöbettesin?
- Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım.
- Niçin saat başında vazifeni devretmedin?
- Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum.
- Niçin? Neden usulü çiğniyorsun?
O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur:
- Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim.
Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder.
Abdestsiz Süt Vermedim
Ahmed-i Bîcân bir gün, Gelibolu'nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu.
"Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki:"Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân'a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
Abid Kadınla Recep Ayı
Vakti zamanında bir kadın vardı. Zamanını devamlı olarak Kâbe'de ibadet etmekle geçiriyordu. Recep ayı girdiğinde de, Allah'a olan sonsuz sevgi ve saygısını dile getirmek için, günde on bir defa ihlâs sûresini okuyordu. Ayrıca Recep ayına karşı beslediği saygısını ifade için de atlas elbisesini çıkarıp, en değersiz elbisesini giyiyordu.
Abid kadın bir Recep ayında hasta düştü. Çok sevdiği oğluna da öldüğü takdirde kendisini üzerindeki değersiz elbisesiyle defnetmesini vasiyet etti.
Nihayet kadın bir gün ruhunu teslim edip bu fani âlem veda etti. Oğlu, sanki annesinin vasiyeti yokmuş gibi, ötekine berikine gösteriş olsun diye, annesini en şık ve pahalı elbisesiyle defnederek onun son sözünü yerine getirmedi.
Ölümünden sonra bir gece rüyasında annesini gören oğlana annesi, "Sevgili oğlum, niye vasiyetimi tutmadın? Ben senden razı ve hoşnut değilim" diye şikâyette bulunuyordu.
Sabah uykudan uyanan oğlan gece rüyasında gördüğü annesinin vasiyetini yerine getirmek üzere alelacele kabri başına varıp da kabrini açtığında baktı ki, annesi yok. Hayretten dona kalıp iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama nasıl ağlıyordu, sormayın. Üstünü başını yolarak.
Tam bu sırada bir ses duydu. Sesin sahibi şöyle diyordu: "Ey kulum, sen bilmiyor musun ki Recep ayını oruç tutarak geçiren kimseleri biz, kabrinde tek başına yalnız bırakmayız."
Adak
Padişahlar meclisinin kandili Sultan Mahmut Gazne'den kalkıp Hintlilerle savaşa gitmişti.
Hintlilerin pek kalabalık olan ordularını görünce canı sıkıldı, şaşırdı. O adil sultan bir adakta bulundu; "eğer" dedi, "Bu orduyu yenebilirsem, elde edeceğim bütün ganimetleri yoksullara dağıtayım." Nihayet savaş bitti. Sultan Mahmut galip gelmiş, sayısız ganimetler elde edilmişti. O kara yüzlü düşman bozulup dağılmış, ardına da bir parçasına bile kimsenin değer biçemeyeceği ganimetler bırakmıştı.
Sultan, hemen adamlarından birini çağırıp dedi ki:
- Bu ganimetleri yoksullara dağıt. Çünkü savaştan Önce Allah'a adakta bulunmuştum. Şimdi bu adağımı yerine getirmem lazım."
Herkes itiraz etti,
- Bunca mal, bunca altın değer bilmez bir avuç yoksula verilir mi? Ya askere ver, memnun olsun, düşmanına kinlenerek savaşa hazırlansın, ya da emret hazine ne götürsünler" dediler.
Sultan tereddüde düştü, düşünceye daldı. Adağımı yerine getirip yoksullara mı dağıttırayım, yoksa dediklerini mi yapayım, diye şaşırdı kaldı. Tam o sırada Ebul Hüseyn denen zeki bin meczup ordunun içinden geçiyordu. Sultan Mahmut onu uzaktan görünce "hah" dedi, "Şu meczubu yanıma getirteyim, ona sorayım, ne derse onu yapayım. Çünkü o ne asker tanır, ne de sultan. Söylenecek sözü sakınmadan söyler."
Ebul HÜseyn'i yanına çağırdı, olayı ona olduğu gibi anlattı.
Meczup dedi ki:
-Sultanım şimdi iki şeyden birini yapmak gerek. Eğer bir daha Allah'a işin düşmeyecekse merak etme; bunların dediğini yap, adağını düşünme. Yok, bir zaman gelecek, yine işin ona düşecekse utan, onlara uyma sakın, adağını yerine getir. Madem Allah sana yardım etti, işini düze çıkardı; demek ki kendisine düşeni yaptı. Sana düşen iş nerde peki? Niçin sözünü yerine getirmiyorsun?
Sonunda Sultan Mahmut ganimetin hepsini yoksullara dağıttırdı, sonu da adı gibi Mahmut oldu.
Mantıku't- Tayr, Kuş Dili, Feridüddin Attar
Adalet
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Adalet ve Tevazu
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Ahde Vefa
Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Amr ibni As' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey Amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr'ın idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr'a derki,
-Ey Amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.
Ahitname
Basra'lı Şem'ûn kendi halinde bir mecusidir. Müslümanlarla içli dışlıdır ve bir sürü güzel haslet edinir. Kimseyle uğraşmaz, yalan söylemez, sözünde durur ve cömerttir. Sonra o gülyüzlü komşusunu (Hasan-ı Basri Hazretlerini) çok beğenir, uzaktan bile görse ayağa kalkar, hürmetle yol verir.
Hasan-ı Basri, Şem'ûn'un Müslüman olmasını çok ister. Hatta bazı geceler sabahlara kadar yalvarır onun ve onun gibiler için hidayet diler. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu duaları kâbul eder ve mübareğin tebliğ için beklediği fırsatı önüne çıkarır. Nasıl mı? Anlatalım.
Şem'ûn amansız bir hastalığa yakalanır. Birkaç gün içinde mum gibi erir ki artık öleceğinin farkındadır. Hasan-ı Basri biraz süt, biraz hurma alır, komşusunun kapısını tıklatır. Şem'ûn onu görünce çok duygulanır. Ağlamakla gülmek arasında gidip gelen bir sesle 'Ey asil komşum' der 'niye zahmet ettin ki?'
-Ne zahmeti, vazifemiz değil mi?
-Biliyor musun ben gidiciyim.
-Hepimiz gidiciyiz.
-Korkarım ahirette de görüşemeyeceğiz. Zira inandıklarım doğruysa aynı yerde olmayacağız.
Mübarek acı acı gülümser.
-Peki' der, ya benim inandıklarım doğruysa?
-Yine aynı yerde olmayacağız, zira beni taptığımla yakacaklar.
-Bak Şem'ûn ateş yaratıcı değil mahlûktur. Alemlerin Rabbi (Celle Celalüh) dilemezse kimseye bir şey yapamaz.
-Müslümanlar buna benzer şeyleri çok söylerler ama ateşin yakmadığı nerede görülmüş?
-Ateşin yakmadığını görsen bana inanır mısın?
-İnanırım.
Biliyor musunuz veliler hallerini bir sır gibi saklar, tanınmaktan, bilinmekten sıkılırlar. Ancak böylesi hayati kavşaklarda keramet göstermek zorunda kalırlar. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri de mangaldaki ateşi avuçlar, kızgın korla kollarını sıvazlar. Şem'ûn hayretler içindedir. Büyük veli, bunlar sıradan şeylermiş gibi gülümser, 'İstersen yanan fırına girelim' der, 'var mısın?'
-Yoo, hayır. Bu kadarı yeter.
-Görüyorsun işte. Senin, benim, dağların, göklerin, denizlerin yaratıcısı onu zararsız kıldı.
-Sanırım, Allah'ın büyüklüğünü kabullenmek zorundayım
.
-Al, istersen dokunabilirsin. Eğer ateş bir şeye kaadirse yaksın da görelim.
-Diyecek bir şey bulamıyorum.
-Ama benim diyecek çok şeyim var. Yapma Şem'ûn, kendine kıyma. Gel iman et ve kurtul. Altından nehirler akan köşkler, nefis şerbetler, bahçeler, huriler seni bekliyor. Bir kere kelimeyi şahadet söyle, ebedi saadete kavuş.
-Bu kadar kolay mı yani?
-Evet bu kadar kolay.
-Ama benim ömrüm günah içinde geçti.
-Benim ki de öyle ama Allah-ü teâlâ affedicidir.
-Ne desem bilmem ki, bunca yıldır mecusi olarak yaşadıktan sonra...
-Sakın 'millet ne der?' diye düşünme, sadece kalbinin sesini dinle.
-Kalbim seninle beraber, yalnız endişelerim var.
-Nasıl yani?
-Sahi, Rabbim beni kâbul eder mi?
-Eder.
-Bana kulum der mi?
-Der.
-Emin misin?
-Adım gibi.
-Peki kefil olur musun?
-Olurum.
-Ahitname de yazar mısın?
-Yazarım.
-Mührünü de basar mısın?
-Basarım.
-İyi öyleyse, sen şimdi bana yapmam gerekenleri söyle.
Şem'ûn oğullarını, yakınlarını çağırır. Kalabalığın huzurunda iman eder. Olacak bu ya hemen o gün ecel şerbetini içer. Onu söz konusu kâğıtla birlikte toprağa verirler.
Hasan-ı Basri Hazretleri hem şaşkın, hem sevinçlidir. Omuzlarından irice bir yük gitmiştir. Definden sonra evine gelir. Bir başına kalınca hadisenin muhasebesini yapar ve birden dehşete düşer. Büyük bir pişmanlıkla 'yaptığını beğendin mi' der, 'sen kim oluyorsun da ahidname veriyorsun. Kendini kurtaracağın şüpheli, kalkıp başkalarına kefil oluyorsun. Eyvah ki ne eyvah! Aman Allah'ım ben ne yaptım!'
O gece binlerce, onbinlerce kez tövbe eder, 'Yarabbi, ben acizin, zavallının biriyim' der, 'n'olur bu cüretimi affeyle!' Hasan-ı Basri o kadar ağlar ve o kadar yalvarır ki bitap düşer. Birara içi geçer, rüyasında Şem'ûn belirir, çok neşelidir. Öylesine nurludur ki dolunayı imrendirir. Başında cennet cevahirleriyle süslenmiş bir taç vardır. Hasan-ı Basri Hazretlerine döner 'Meğer Allah-ü teâlâ ne büyükmüş' der, 'merhametinin zerresi benim gibi nice asiye yetti.'
-Peki ya ahitname?
-Ona bakmadı bile, istersen geri verebilirim.
-Yalvarırım ver, n'olur ver.
-Al!
Hasan Basri Hazretleri heyecanla uyanır. Ne görse beğenirsiniz.
Kâğıt elindedir.
Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri,
- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
- Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.
Alabilirsen Al
Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip;
"Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti.
Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı.
Orada türbeyi bekleyen türbedâra;
"Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi.
Türbedâr;
"Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."
Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
Alay Etmenin Cezası
Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu.
O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Ali Onbaşı
I.Dünya savaşında, Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden biri olan Galiçya’da, Ruslarla burun burunayız.Meşhur 15 Eylül 1916 taarruzuna hazırlık yapmakta olan sahra bataryalarımızdan biri, eteklerini saran bodur çalılıklar içinde yükselen çam ağaçlarıyla dolu olan Ulu Dağın tepesine bir gözcü göndermek mecburiyetinde...
Gözcü, bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden sırtın üzerindeki irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini, dalları arasında saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla bildirecek. Tabii, kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir Osmanlı hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun yağmuruna hedef olmak da var. Batarya kumandanı sordu:
-Bu fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek?
-Ben hazırım kumandanım!..
Herkesten önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı, elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına veda ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı. Her tarafı görebilecek bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının file kadar sık dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile irtibatını sağladı.
Ne var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında saklandığı çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış olan Rus bölüğü, birkaç dakika sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa telefonunu kablosunu görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi kumandanına bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti:
-Kumadanım, şimdi vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve bütün kuvvetinizle yüklenin. Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma inanıyorum. Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki büyük şerefte birine namzedim; ya şehid, yahut gazi olmak!..
Dağın eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı, ona, gayet sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek kendisini kurtarması için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı:
-Merak etme kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve şunları ilave etti:
-Peygamber Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki, bizzat kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid olmayı arzu ettikleri ni beyan buyurmuşlardır.
Ali Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime ses alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi. Neden sonra Batarya kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi:
-Alo! Kumandanım siz misiniz?
-Benim Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin?
-Kumandanım, ben sizinle konuşurken, dalları arsına saklandığım çamın dibine Rus askeri geldi.
-Sonra?
-Burada birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım, fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik ettikleri muhakkak. Ben de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini okumaya başladım. Tam sure biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus birliğine doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde taarruza geçecekler...İşte kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile, kapalı ormanda ilerliyor. Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin..
Ali Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra, ortalığın sessizliğini Türk bataryalarından bir topun gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus bölüğünün önüne düşmüştü. Rus kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir Müslümanın, hayatı pahası na da olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile getirmemişti. Ali Onbaşı tekrar mesafe verdi:
-Kumandanım elli metre daha uzatın! İkinci gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası henüz bitmemişti ki, Ali Onbaşının sesi tekrar duyuldu:
-Kumandanım tam isabet, bütün batarya aynı hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu, ortalığı karanlık kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara:
-Kumandanım, benim çamı kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli anlarda bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu Ali Onbaşının akıbetinden endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı döktü. Henüz şafak sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın eteklerine doğru tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce büyük bir sevince kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz?
Bir şarapnel parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince, sabaha kadar çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı, gözünün önü aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların birinden fışkıran sulardan abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir manevi haz ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.
Alim ile Zalim
Vakti zamanında bir zalim vardır. Adam dizi dizi haksızlıklar etmiş, nice zavalıları acımasız zulmüyle pençesi altında inim inim inletmiştir. Sayısız derecede yoksul ve düşkünlerin ocaklarını söndürmüş ve ettiği zulümleriyle ülkesinde adını azgın zalime çıkarmıştır.
İşte bu zalim, bir gün işi icabı etrafında saygı ve sevgiyle anılan Allah bağlısı bir alime ziyarete gider. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde dünyadan el-etek çekmiş bulunan alim, kendisini görmesin diye yüzünü örter. Kapıyı açan oğlu zalimin zulmünden korktuğu için,
- Kusura bakmayın, babam, çok hasta, ne yaptığını bilmiyor. Her halde farkında olmadan yüzünü örtmüş olacak. Yoksa sizin teşrif ettiğinizi bilseydi hiç yüzünü örter miydi? Babamın namına sizden özür dilerim, der.
Bunları tek tek duyan Allah aşığı alim ortaya atılarak şöyle haykırır:
- Oğlum, neden yalan söylüyorsun? Ben hasta masta değilim. Allah'a şükürler olsun hiçbir şeyim yok. Fakat böyle zulmüyle destanlar yazan kötü kişileri görmek istemem. O yüzden de gözlerimi örttüm. Lütfen zalim ayaklarınızla evimi kirletmeyiniz."
Bunun üzerin zalim adam bir anda kendine gelir. Evi terk ederken iki gözü iki çeşme ağlıyarak bütün samimiyetle yaptıklarına tövbe eder. Allah'tan af diler. Allah da hem zalimi, hem de alimi yaygın rahmetiyle affına mazhar eder. Alim evine gelen zalimin yüzüne bakmadığından ötürü, zalimi de yığın yığın haksızlıklarından pişmanlık duyduğu için bağışlar.
Yüce Allah (cc) cümlemizi gerek kendimize, gerek başkalarına karşı en ufak bir haksız harekette bulunmaktan korusun, amin!..
Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları
Allah Kulundan Ne Zaman Razı olur?
Bir talebe hocasına,
- Kul Allah Teala'nın kendisinden razı olduğunu bilebilir mi? diye sordu
Hocası,
- Bilemez, bunu nasıl bilsin ki, Allah'ın rızası gayba ait birşeydir! dedi .
Talebe,
- Hayır, bilebilir!dedi.
Hocası,
- Nasıl? diye sordu,
Talebe,
- Ben kalbimin Allah'tan razı olduğunu görürsem, bilirim ki O da benden razıdır! diye cevap verdi.
Bunu işiten hocası,
- Ey genç güzel ve doğru söyledin! dedi .
Kul Yüce Allah'tan razı olursa, Rabbide ondan razı olur. Kulun aynası ve şahidi kalbidir. Herkes kalbine bakmalı. Kul kalbinde Rabbine ne kadar hürmet ediyor ve onu yüceltiyorsa, kendiside, Hak katında o derece değerlidir
Ateşin Yakmadığı Aşık, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları
Allah Kulunu Nasıl Zikreder
Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve ona, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.
Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. onu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.
Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır ona,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.
Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.
O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:
-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfüdür. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.
Mesnevi Tercümesinden konuyu aktaran D.Selvi:
"Kalp ya dertle ya da muhabbetle Allah der Allah'a yönelir. Kul bilmese de böyledir.O'nu severek zikredenler şükretmiş olur,mükafat alır. Yüce Allah'ı zikretmenin mükafatı, Allah katında zikredilmek ve sevilmektir." der.
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:
- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Allah Ne Derse Öyle Olur
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
- Hafız! Yarın Ramazan Bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey pek tehlikeli, yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu etrafa sen anlatıver!...
İmam Efendi, Paşanın yanında henüz ayrılmıştı ki karşısında nur yüzlü bir zat çıktı ve:
- Oğlum sakın ola askerlere bir şey söyleme, gün ola hayr ola. Allah ne derse öyle olur, dedi.
Ertesi sabah herkesi hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah'a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka ve manevi bir heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler dalga dalga semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat Fetih Suresi'nden bir kısım ayetleri tilavet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri birer iman sayihası halinde düşman saflarından bile duyulmakta idi. İşte bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş gösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler yine kendileri gibi Müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamış ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi. Diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldılar.
Abdestsiz Nöbet Tutmam
Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta:
- Kimdir o?
- Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama onlar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah:
- Kimdir o?
- Kim var orda?..
Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır:
- Kimdir o?
- Kimdir var orda?..
Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor?
Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile yüzü yerde beklemektedir.
Padişah sorar:
- Sen kaç saattir nöbettesin?
- Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım.
- Niçin saat başında vazifeni devretmedin?
- Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum.
- Niçin? Neden usulü çiğniyorsun?
O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur:
- Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim.
Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder.
Abdestsiz Süt Vermedim
Ahmed-i Bîcân bir gün, Gelibolu'nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu.
"Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki:"Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân'a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
Abid Kadınla Recep Ayı
Vakti zamanında bir kadın vardı. Zamanını devamlı olarak Kâbe'de ibadet etmekle geçiriyordu. Recep ayı girdiğinde de, Allah'a olan sonsuz sevgi ve saygısını dile getirmek için, günde on bir defa ihlâs sûresini okuyordu. Ayrıca Recep ayına karşı beslediği saygısını ifade için de atlas elbisesini çıkarıp, en değersiz elbisesini giyiyordu.
Abid kadın bir Recep ayında hasta düştü. Çok sevdiği oğluna da öldüğü takdirde kendisini üzerindeki değersiz elbisesiyle defnetmesini vasiyet etti.
Nihayet kadın bir gün ruhunu teslim edip bu fani âlem veda etti. Oğlu, sanki annesinin vasiyeti yokmuş gibi, ötekine berikine gösteriş olsun diye, annesini en şık ve pahalı elbisesiyle defnederek onun son sözünü yerine getirmedi.
Ölümünden sonra bir gece rüyasında annesini gören oğlana annesi, "Sevgili oğlum, niye vasiyetimi tutmadın? Ben senden razı ve hoşnut değilim" diye şikâyette bulunuyordu.
Sabah uykudan uyanan oğlan gece rüyasında gördüğü annesinin vasiyetini yerine getirmek üzere alelacele kabri başına varıp da kabrini açtığında baktı ki, annesi yok. Hayretten dona kalıp iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama nasıl ağlıyordu, sormayın. Üstünü başını yolarak.
Tam bu sırada bir ses duydu. Sesin sahibi şöyle diyordu: "Ey kulum, sen bilmiyor musun ki Recep ayını oruç tutarak geçiren kimseleri biz, kabrinde tek başına yalnız bırakmayız."
Adak
Padişahlar meclisinin kandili Sultan Mahmut Gazne'den kalkıp Hintlilerle savaşa gitmişti.
Hintlilerin pek kalabalık olan ordularını görünce canı sıkıldı, şaşırdı. O adil sultan bir adakta bulundu; "eğer" dedi, "Bu orduyu yenebilirsem, elde edeceğim bütün ganimetleri yoksullara dağıtayım." Nihayet savaş bitti. Sultan Mahmut galip gelmiş, sayısız ganimetler elde edilmişti. O kara yüzlü düşman bozulup dağılmış, ardına da bir parçasına bile kimsenin değer biçemeyeceği ganimetler bırakmıştı.
Sultan, hemen adamlarından birini çağırıp dedi ki:
- Bu ganimetleri yoksullara dağıt. Çünkü savaştan Önce Allah'a adakta bulunmuştum. Şimdi bu adağımı yerine getirmem lazım."
Herkes itiraz etti,
- Bunca mal, bunca altın değer bilmez bir avuç yoksula verilir mi? Ya askere ver, memnun olsun, düşmanına kinlenerek savaşa hazırlansın, ya da emret hazine ne götürsünler" dediler.
Sultan tereddüde düştü, düşünceye daldı. Adağımı yerine getirip yoksullara mı dağıttırayım, yoksa dediklerini mi yapayım, diye şaşırdı kaldı. Tam o sırada Ebul Hüseyn denen zeki bin meczup ordunun içinden geçiyordu. Sultan Mahmut onu uzaktan görünce "hah" dedi, "Şu meczubu yanıma getirteyim, ona sorayım, ne derse onu yapayım. Çünkü o ne asker tanır, ne de sultan. Söylenecek sözü sakınmadan söyler."
Ebul HÜseyn'i yanına çağırdı, olayı ona olduğu gibi anlattı.
Meczup dedi ki:
-Sultanım şimdi iki şeyden birini yapmak gerek. Eğer bir daha Allah'a işin düşmeyecekse merak etme; bunların dediğini yap, adağını düşünme. Yok, bir zaman gelecek, yine işin ona düşecekse utan, onlara uyma sakın, adağını yerine getir. Madem Allah sana yardım etti, işini düze çıkardı; demek ki kendisine düşeni yaptı. Sana düşen iş nerde peki? Niçin sözünü yerine getirmiyorsun?
Sonunda Sultan Mahmut ganimetin hepsini yoksullara dağıttırdı, sonu da adı gibi Mahmut oldu.
Mantıku't- Tayr, Kuş Dili, Feridüddin Attar
Adalet
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Adalet ve Tevazu
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Ahde Vefa
Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Amr ibni As' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey Amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr'ın idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr'a derki,
-Ey Amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.
Ahitname
Basra'lı Şem'ûn kendi halinde bir mecusidir. Müslümanlarla içli dışlıdır ve bir sürü güzel haslet edinir. Kimseyle uğraşmaz, yalan söylemez, sözünde durur ve cömerttir. Sonra o gülyüzlü komşusunu (Hasan-ı Basri Hazretlerini) çok beğenir, uzaktan bile görse ayağa kalkar, hürmetle yol verir.
Hasan-ı Basri, Şem'ûn'un Müslüman olmasını çok ister. Hatta bazı geceler sabahlara kadar yalvarır onun ve onun gibiler için hidayet diler. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu duaları kâbul eder ve mübareğin tebliğ için beklediği fırsatı önüne çıkarır. Nasıl mı? Anlatalım.
Şem'ûn amansız bir hastalığa yakalanır. Birkaç gün içinde mum gibi erir ki artık öleceğinin farkındadır. Hasan-ı Basri biraz süt, biraz hurma alır, komşusunun kapısını tıklatır. Şem'ûn onu görünce çok duygulanır. Ağlamakla gülmek arasında gidip gelen bir sesle 'Ey asil komşum' der 'niye zahmet ettin ki?'
-Ne zahmeti, vazifemiz değil mi?
-Biliyor musun ben gidiciyim.
-Hepimiz gidiciyiz.
-Korkarım ahirette de görüşemeyeceğiz. Zira inandıklarım doğruysa aynı yerde olmayacağız.
Mübarek acı acı gülümser.
-Peki' der, ya benim inandıklarım doğruysa?
-Yine aynı yerde olmayacağız, zira beni taptığımla yakacaklar.
-Bak Şem'ûn ateş yaratıcı değil mahlûktur. Alemlerin Rabbi (Celle Celalüh) dilemezse kimseye bir şey yapamaz.
-Müslümanlar buna benzer şeyleri çok söylerler ama ateşin yakmadığı nerede görülmüş?
-Ateşin yakmadığını görsen bana inanır mısın?
-İnanırım.
Biliyor musunuz veliler hallerini bir sır gibi saklar, tanınmaktan, bilinmekten sıkılırlar. Ancak böylesi hayati kavşaklarda keramet göstermek zorunda kalırlar. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri de mangaldaki ateşi avuçlar, kızgın korla kollarını sıvazlar. Şem'ûn hayretler içindedir. Büyük veli, bunlar sıradan şeylermiş gibi gülümser, 'İstersen yanan fırına girelim' der, 'var mısın?'
-Yoo, hayır. Bu kadarı yeter.
-Görüyorsun işte. Senin, benim, dağların, göklerin, denizlerin yaratıcısı onu zararsız kıldı.
-Sanırım, Allah'ın büyüklüğünü kabullenmek zorundayım
.
-Al, istersen dokunabilirsin. Eğer ateş bir şeye kaadirse yaksın da görelim.
-Diyecek bir şey bulamıyorum.
-Ama benim diyecek çok şeyim var. Yapma Şem'ûn, kendine kıyma. Gel iman et ve kurtul. Altından nehirler akan köşkler, nefis şerbetler, bahçeler, huriler seni bekliyor. Bir kere kelimeyi şahadet söyle, ebedi saadete kavuş.
-Bu kadar kolay mı yani?
-Evet bu kadar kolay.
-Ama benim ömrüm günah içinde geçti.
-Benim ki de öyle ama Allah-ü teâlâ affedicidir.
-Ne desem bilmem ki, bunca yıldır mecusi olarak yaşadıktan sonra...
-Sakın 'millet ne der?' diye düşünme, sadece kalbinin sesini dinle.
-Kalbim seninle beraber, yalnız endişelerim var.
-Nasıl yani?
-Sahi, Rabbim beni kâbul eder mi?
-Eder.
-Bana kulum der mi?
-Der.
-Emin misin?
-Adım gibi.
-Peki kefil olur musun?
-Olurum.
-Ahitname de yazar mısın?
-Yazarım.
-Mührünü de basar mısın?
-Basarım.
-İyi öyleyse, sen şimdi bana yapmam gerekenleri söyle.
Şem'ûn oğullarını, yakınlarını çağırır. Kalabalığın huzurunda iman eder. Olacak bu ya hemen o gün ecel şerbetini içer. Onu söz konusu kâğıtla birlikte toprağa verirler.
Hasan-ı Basri Hazretleri hem şaşkın, hem sevinçlidir. Omuzlarından irice bir yük gitmiştir. Definden sonra evine gelir. Bir başına kalınca hadisenin muhasebesini yapar ve birden dehşete düşer. Büyük bir pişmanlıkla 'yaptığını beğendin mi' der, 'sen kim oluyorsun da ahidname veriyorsun. Kendini kurtaracağın şüpheli, kalkıp başkalarına kefil oluyorsun. Eyvah ki ne eyvah! Aman Allah'ım ben ne yaptım!'
O gece binlerce, onbinlerce kez tövbe eder, 'Yarabbi, ben acizin, zavallının biriyim' der, 'n'olur bu cüretimi affeyle!' Hasan-ı Basri o kadar ağlar ve o kadar yalvarır ki bitap düşer. Birara içi geçer, rüyasında Şem'ûn belirir, çok neşelidir. Öylesine nurludur ki dolunayı imrendirir. Başında cennet cevahirleriyle süslenmiş bir taç vardır. Hasan-ı Basri Hazretlerine döner 'Meğer Allah-ü teâlâ ne büyükmüş' der, 'merhametinin zerresi benim gibi nice asiye yetti.'
-Peki ya ahitname?
-Ona bakmadı bile, istersen geri verebilirim.
-Yalvarırım ver, n'olur ver.
-Al!
Hasan Basri Hazretleri heyecanla uyanır. Ne görse beğenirsiniz.
Kâğıt elindedir.
Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri,
- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
- Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.
Alabilirsen Al
Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip;
"Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti.
Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı.
Orada türbeyi bekleyen türbedâra;
"Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi.
Türbedâr;
"Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."
Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
Alay Etmenin Cezası
Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu.
O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Ali Onbaşı
I.Dünya savaşında, Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden biri olan Galiçya’da, Ruslarla burun burunayız.Meşhur 15 Eylül 1916 taarruzuna hazırlık yapmakta olan sahra bataryalarımızdan biri, eteklerini saran bodur çalılıklar içinde yükselen çam ağaçlarıyla dolu olan Ulu Dağın tepesine bir gözcü göndermek mecburiyetinde...
Gözcü, bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden sırtın üzerindeki irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini, dalları arasında saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla bildirecek. Tabii, kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir Osmanlı hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun yağmuruna hedef olmak da var. Batarya kumandanı sordu:
-Bu fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek?
-Ben hazırım kumandanım!..
Herkesten önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı, elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına veda ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı. Her tarafı görebilecek bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının file kadar sık dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile irtibatını sağladı.
Ne var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında saklandığı çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış olan Rus bölüğü, birkaç dakika sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa telefonunu kablosunu görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi kumandanına bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti:
-Kumadanım, şimdi vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve bütün kuvvetinizle yüklenin. Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma inanıyorum. Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki büyük şerefte birine namzedim; ya şehid, yahut gazi olmak!..
Dağın eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı, ona, gayet sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek kendisini kurtarması için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı:
-Merak etme kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve şunları ilave etti:
-Peygamber Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki, bizzat kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid olmayı arzu ettikleri ni beyan buyurmuşlardır.
Ali Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime ses alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi. Neden sonra Batarya kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi:
-Alo! Kumandanım siz misiniz?
-Benim Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin?
-Kumandanım, ben sizinle konuşurken, dalları arsına saklandığım çamın dibine Rus askeri geldi.
-Sonra?
-Burada birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım, fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik ettikleri muhakkak. Ben de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini okumaya başladım. Tam sure biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus birliğine doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde taarruza geçecekler...İşte kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile, kapalı ormanda ilerliyor. Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin..
Ali Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra, ortalığın sessizliğini Türk bataryalarından bir topun gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus bölüğünün önüne düşmüştü. Rus kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir Müslümanın, hayatı pahası na da olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile getirmemişti. Ali Onbaşı tekrar mesafe verdi:
-Kumandanım elli metre daha uzatın! İkinci gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası henüz bitmemişti ki, Ali Onbaşının sesi tekrar duyuldu:
-Kumandanım tam isabet, bütün batarya aynı hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu, ortalığı karanlık kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara:
-Kumandanım, benim çamı kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli anlarda bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu Ali Onbaşının akıbetinden endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı döktü. Henüz şafak sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın eteklerine doğru tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce büyük bir sevince kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz?
Bir şarapnel parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince, sabaha kadar çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı, gözünün önü aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların birinden fışkıran sulardan abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir manevi haz ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.
Alim ile Zalim
Vakti zamanında bir zalim vardır. Adam dizi dizi haksızlıklar etmiş, nice zavalıları acımasız zulmüyle pençesi altında inim inim inletmiştir. Sayısız derecede yoksul ve düşkünlerin ocaklarını söndürmüş ve ettiği zulümleriyle ülkesinde adını azgın zalime çıkarmıştır.
İşte bu zalim, bir gün işi icabı etrafında saygı ve sevgiyle anılan Allah bağlısı bir alime ziyarete gider. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde dünyadan el-etek çekmiş bulunan alim, kendisini görmesin diye yüzünü örter. Kapıyı açan oğlu zalimin zulmünden korktuğu için,
- Kusura bakmayın, babam, çok hasta, ne yaptığını bilmiyor. Her halde farkında olmadan yüzünü örtmüş olacak. Yoksa sizin teşrif ettiğinizi bilseydi hiç yüzünü örter miydi? Babamın namına sizden özür dilerim, der.
Bunları tek tek duyan Allah aşığı alim ortaya atılarak şöyle haykırır:
- Oğlum, neden yalan söylüyorsun? Ben hasta masta değilim. Allah'a şükürler olsun hiçbir şeyim yok. Fakat böyle zulmüyle destanlar yazan kötü kişileri görmek istemem. O yüzden de gözlerimi örttüm. Lütfen zalim ayaklarınızla evimi kirletmeyiniz."
Bunun üzerin zalim adam bir anda kendine gelir. Evi terk ederken iki gözü iki çeşme ağlıyarak bütün samimiyetle yaptıklarına tövbe eder. Allah'tan af diler. Allah da hem zalimi, hem de alimi yaygın rahmetiyle affına mazhar eder. Alim evine gelen zalimin yüzüne bakmadığından ötürü, zalimi de yığın yığın haksızlıklarından pişmanlık duyduğu için bağışlar.
Yüce Allah (cc) cümlemizi gerek kendimize, gerek başkalarına karşı en ufak bir haksız harekette bulunmaktan korusun, amin!..
Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları
Allah Kulundan Ne Zaman Razı olur?
Bir talebe hocasına,
- Kul Allah Teala'nın kendisinden razı olduğunu bilebilir mi? diye sordu
Hocası,
- Bilemez, bunu nasıl bilsin ki, Allah'ın rızası gayba ait birşeydir! dedi .
Talebe,
- Hayır, bilebilir!dedi.
Hocası,
- Nasıl? diye sordu,
Talebe,
- Ben kalbimin Allah'tan razı olduğunu görürsem, bilirim ki O da benden razıdır! diye cevap verdi.
Bunu işiten hocası,
- Ey genç güzel ve doğru söyledin! dedi .
Kul Yüce Allah'tan razı olursa, Rabbide ondan razı olur. Kulun aynası ve şahidi kalbidir. Herkes kalbine bakmalı. Kul kalbinde Rabbine ne kadar hürmet ediyor ve onu yüceltiyorsa, kendiside, Hak katında o derece değerlidir
Ateşin Yakmadığı Aşık, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları
Allah Kulunu Nasıl Zikreder
Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve ona, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.
Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. onu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.
Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır ona,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.
Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.
O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:
-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfüdür. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.
Mesnevi Tercümesinden konuyu aktaran D.Selvi:
"Kalp ya dertle ya da muhabbetle Allah der Allah'a yönelir. Kul bilmese de böyledir.O'nu severek zikredenler şükretmiş olur,mükafat alır. Yüce Allah'ı zikretmenin mükafatı, Allah katında zikredilmek ve sevilmektir." der.
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:
- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Allah Ne Derse Öyle Olur
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
- Hafız! Yarın Ramazan Bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey pek tehlikeli, yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu etrafa sen anlatıver!...
İmam Efendi, Paşanın yanında henüz ayrılmıştı ki karşısında nur yüzlü bir zat çıktı ve:
- Oğlum sakın ola askerlere bir şey söyleme, gün ola hayr ola. Allah ne derse öyle olur, dedi.
Ertesi sabah herkesi hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah'a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka ve manevi bir heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler dalga dalga semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat Fetih Suresi'nden bir kısım ayetleri tilavet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri birer iman sayihası halinde düşman saflarından bile duyulmakta idi. İşte bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş gösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler yine kendileri gibi Müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamış ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi. Diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldılar.